Yazar, şair ve eleştirmen Hayri K. Yetik’in ‘Tango ile Govend / Nâzım Hikmet ile Cegerxwîn’ kitabı, Kayıp Kitaplar Yayınları tarafından yayımlandı. Yetik kitabında hem biyografik açıdan hem de çözümlemeci bir eleştirellikle şairlerin şiirlerini karşılaştırıyor.
Yetik ile ‘Türk’ aydınları sorununu ve ‘Tango ile Govend / Nâzım Hikmet ile Cegerxwîn’ kitabını konuştuk.
Yakın zamanda özenli, derinlikli ve oldukça kapsamlı bir araştırma kitabınız yayımlandı. Neredeyse beş yüze yakın belge ve kaynaktan destek aldığınız kitabınızın bana göre en önemli yanı Nâzım Hikmet’i tanıtırken/eleştirirken durduğunuz yer. Bakış açınız hırpalayıcı değil ve ‘günahlarıyla sevaplarıyla Nazım bizimdir’ çizgisinden uzaklaşmamışsınız. Okurlar yaptığınız bu yakın ayarı fark edecektir. Sürgün, muhalif ve ayrıksıdır Nâzım Hikmet; dolayısıyla bize yabancı değil, olamaz. Eleştirme nedenimiz de trajedisinin böylece bize benzediği içindir. Değilse niye eleştirelim ki? Kitabınızın yayımlanmasından üç ay sonra sevgili Müslüm Yücel, Türkiye entelijansiyasının tecride olan duyarsızlığını, sağıra yatma halini dile getiren bir yazı yayımladı. Bu yazının daha çok Nâzım’ Hikmet’le ilgili bölümleri tepki aldı, sosyal medyada linç edildi, ölüm tehditlerine maruz kaldı. Ne dersiniz?
Mealen şunu söylemişti Müslüm Yücel değil mi?: ‘Türk’ aydınlar Kemalist’tir ve Kürt sorunlarına hep duyarsız kalmıştır. Dilini mi kırıcı buldular? Nâzım’ın “Entelektüellerin çoğu bir bakıma gramofon plakları gibidirler. İçlerine neyi doldurmuşlarsa onu çalarlar” demesi ya da Attila İlhan’ın “Türk aydını Batı’nın ajanıdır” sözlerinden daha mı ağırdır, daha mı kırıcı?
Niye linç edildi Müslüm Yücel, anlamadım. Söyledikleri maluma ilam etmek değil miydi? Şuna bak ki ilk taşı yanındakiler attı. Yücel’in sözlerinin saklı tasımı kanımca Kürt aydınlarının 1965’te başlayan Türk aydınlarıyla yol arkadaşlığını gözden geçirmesi önerisidir. Daha doğrusu bir yol ayrımına gelinmiştir. Bence linç yerine bu yönüyle ciddiye alınmalıydı. Barıştan, eşitlikten, özgürlükten ve demokrasiden yana olanlar bu tepkiyi yüzleşmeye dönüştürmeli.
Ama kitabınızda Müslüm Yücel’den farklı bir yaklaşım göstermişsiniz. Aydınları sorgulamaktan ve karşılaştırmadan çok Nazım Hikmet kitabı olmuş gibi; yanılıyor muyum? Cegerxwîn, birinci önceliği dili Kürtçe yasaklı ve kurumsal olanaklardan mahrum olmasına rağmen yazınsallaştıracak, geliştirecek biçimde ısrarla inatla ana diliyle yazmıştır. Ama ülkeyi, vatanı, dâvayı, sosyalizmi, barışı ve özgürlüğü de ihmal etmemiştir. Nâzım’sa bu açıdan avantajlıdır. Yani hiç değilse ana dili devlet eliyle geliştirilmekte, hatta bilmeyenlere de ana dili Türkçe dayatılmakta. Öte yandan Cegerxwîn de Nâzım gibi zulüm görmüş, hapse atılmıştır. Hiç değilse Nâzım’ı sahiplenenler vardı. Bütün dünya, Kürt yazar ve aydınları da dahil Nâzım’a sahip çıkmıştı. Sizin kitabınızda da bu eşitsizliğin yansıması var, ama Nâzım daha ağırlıklı yer almış. Ne dersiniz?
Çalışmamı Nâzım bölümü Cegerxwîn bölümü diye ayırmadım. Sanırım bölüm başlıkları böyle bir izlenime yol açıyor. Belki bir de Memleketimden İnsan Manzaraları, Kuvâyı Milliye ve Bedreddin Destanı bölüm başlıkları. Dikkat edilirse buralarda tarihsel bilgi ve çözümleme, üstelik eleştirel biçimde yer alıyor. Nâzım’a hak etmediği bir övgü yok. Ayrıca nerede Nâzım’la ilgili bir tespitte bulunmuşsak Cegerxwîn’deki karşılığını, Cegerxwîn’le ilgili bir tespitte bulunmuşsak Nâzım’daki karşılığını kısa veya uzun cümlelerle belirtmişiz. Öyle ki bazen yazının ritmini bozsa da böyle yapmışız. Bu yorumu çıkaranların önce buna, sonra Türkçe edebi metinlerde ve edebiyat tarihi metinlerindeki Kürt madunluğuna ve madumluğuna bakmalarını öneririm. En sonunda da Ahmed Arif’in Asi ve Masum Şiiri, Romantik Ortadoğu, Arkaik Ortadoğu kitaplarımıza… Bakarlarsa Kürtleri yok sayan yerleşik epistemolojinin tersine bu konuda nasıl dengeleyici bir çaba içinde olduğumuzu göreceklerdir.
Daha önemlisi şu ki kelimelerin, sayfaların sayısına değil ne dediğimize bakmalılar.
Nâzım Sosyalist kimliği ve uluslararasında tanınan bir şair olarak İspanya iç savaşı direnişçilerine destek için Karanlıkta Kar Yağıyor ( 1933 ) İtalya sömürgecilerine karşı Habeşistan’daki direnişi anlatmak için Taranta Babu’ya Mektuplar ( 1935 ) Fas, Tunus ve Cezayir Ulusal Kurtuluşlarına destek için Sözüm Sizedir Fransızlar ( 1952 ) derken bu liste Hindistan’ın kuruluşuna, Mısır’ı bombalayan İngiliz ve Fransızları kınamaya dek uzayıp gider. Hiroşima’yı, Vietnam’ı, Kongo’yu, Latin Amerika’yı, ABD’deki siyahi direnişi de unutmaylım… Buradan cesaretle şunu sormak istiyorum, bağımsızlık için mücadele veren kapı komşusu, burnunun dibindeki Kürtlere olan mesafesi, kayıtsızlığına yönelik eleştiriniz yetersiz değil mi?
Değil, tam tersine fazladır. Kitabımızı okuyan vicdan sahibi, adalet ve hakaniyet duyarlılığıyla ve anlayışla okuyanlar bunu anlayacaktır. Ben politik, ideolojik yargıların dışından, olayın hakikatini anlamaya, anlatmaya çalışan bir perspektifle eleştirimi işletirim. Meselem de Kürt Türk meselesi yahut kim için ne yazıldığı yahut ne yazılmadığı değil. Edebiyat aksiyolojisidir. Yazınsal hakikattir.
Yukarıdaki soruya ilmek atıp Kürtler için psikolojik değeri yüksek olan başka bir soru sorayım: XIX. yüzyılın ortalarında özerk bir Kürdistan için çabalayan Cizre-Botan Miri Bedirxan’ın torunu Kamuran Bedirxan’a Nazım’ın yazdığı bir mektuptan bahsediliyor. Sonrasında Celadet Elî Bedirxanî’ye 1961-1962’de yazıldığı tahmin edilen ve Paris Kürt Enstitüsü yayın organı olan Hevî’de yayınlanmış (Eylül 1983) İki ayrı mektup mu var? Nedir bu mektupların içeriği ve önemi?
Bildiğim kadarıyla bir mektup var. O da Paris Kürt Enstitüsü’ndeki mektuptur. İçeriğine gelince mektupta Nâzım’ın uslubunu göremedim. Yazı karakterinin Nâzım’ın diğer yazılarıyla karşılaştırılması düşüncesindeyim. Uslubun dışında mesaj da Nâzım’ın kitaplarındaki düşünceleriyle örtüşmüyor. Sizin de belirttiğiniz gibi Kürtlerin sorunlarına kayıtsız kalmış bir Nâzım orda bir Kürt özgülükçüsüymüş gibi çıkıyor karşımıza. Bu mektup, TKP kongresinde Kürtlere ilişkin söyledikleri veya Celâl Talabanî’yle görüşmelerinde söyledikleri söz konusu nedenle önemlidir. Nâzım’ın kayıtsızlığına ilişkin kanıları değiştirebilir. Ama dediğim gibi benim ölçütüm edebiyattır. Şiirlerinde, romanlarında, tiyatrolarında ne diyor Nâzım ve Cegerxwîn. Ona bakarım, ona bakıyorum ben. Orda da Nâzım’ı anlamaya çalışırım. Bence önemli olan budur.
Cegerxwîn’in ABD’de özgürlük ve Sosyalizm mücadelesi verenlere dayanışma içinde olduğunu belirtmek için,
Siyah derililer ile beyaz derililer kirve olalım
Beraber kanatlanalım uçalım Merih gezegenine
…
Kahrolsun kölecilik,
Yıkılsın zorbalık!
Yaşasın özgürlük!
Yaşasın bağımsızlık ( Ey Robson Yoldaş) derken
Nâzım da,
Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson
İnci dişli, zenci kardeşlerim,
Kartal kanatlı kanaryam.
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize,
Korkuyorlar Robson
….
Yani neredeyse aynı konu/olay üzerine aynı düşünmüş olmaları, birbirine koşut üretmeleri nereden baksan heyecan verici. Bunu sosyalist kimliklerine bağlasam çok mu sığ kalır, ne dersiniz?
Niye sığ kalsın? Tam tersine tamamen böyledir. İkisi de komünisttir, ikisi de dünyaya aynı perspektifle bakarlar. İkisi de dünyanın neresinde, hangi dilden, inançtan, kültürden olursa olsun bir yara, bir yaralı varsa dizeleriyle ona merhem olmaya çalışırlar. Acının, zulmün olduğu yerde duyumsanan isyanın örgütlenmesine katkıda bulunmak isterler. Nâzım’ın Ortadoğu’ya ilgisizliğine gelince bunu ben de eleştirdim. Ancak bu, bu gerçeği değiştirmez.
Nazım, 10 yıldan beri yaşadığı Sovyetler Birliği Başkanına “Saygıdeğer Nikita Sergeyeviç yardım edin, ben Sovyet vatandaşı olmak istiyorum” diye mektup yazarken aynı duygu durumuyla Atatürk’e de affıyla ilgili mektup yazdığı söyleniyor. Bir anlamda dünya vatandaşı olan, gittiği yerde kıymet verilip el üstünde tutulan ünlü bir şairin buna ihtiyacı var mı, nedir bunun sebebi?
Kimi politik nedenlerle Sovyet yurttaşlığına kabul edilmemiştir. Pasaport alması gerekiyor, ülkeler arası yolculuklar için. Alamıyor. Mesele budur. Atatürk’e yazdığı mektuba gelince defalarca cezaevine atılmıştır, hakkında yeni dâvalar açılmakta, onlarca yıllık hapis cezası istenmekte. Her vesileyle bir suç isnat edilmekte. Hukuk mukuk yok. Her şey Atatürk’ün iki dudağı arasında. Çıkışsızdır Nâzım. Yüceltilmiş Nâzım portresine yakışmayabilir, gurur kırıcı olabilir ama başka çaresi yoktur. Tek çıkış yolunu denemek için yazmıştır.
Burada Nâzım’ın gururundansa rejimin zulmüne bakmalı. Ve buna karşın ‘Nâzımseverler’in aynı zamanda ‘Atatürkseverliği’ne dikkat etmeli. Bu paradoksu nasıl yutturabiliyorlar? Ya da bu ikiyüzlülüğü nasıl sindirebiliyorlar? İşte aydınların burada Kürt meselesinde empati geliştirmesi gerekir. Bir özeleştiriyle başlayabilir bu.
Nâzım gibi Cegerxwîn’in şiirlerinde de didaktizm ve slogan dizeler, bölümler var. Nazım’ın şiiri daha sonrasında yatağını buluyor; ne konuşsa şiir, şiiri roman, romanı şiir oluyor. Oysa Cegerxwîn kopamıyor didaktik şiirden. Hawar dergisiyle birlikte poiesisi değişiyor ama bir sıçramadan, bir kopuştan söz edemeyiz. Yanılıyor muyum? Şiir teknikleri, poetikaları arasında nasıl bir farktan söz edilebilir bu iki şairin?
İşte burada denge değişiyor. Senin de sorularında açığa çıkıyor bu. Nâzım gibi Cegerxwîn de şiir biçiminde ve içeriğinde değişiklikler yapıyor. Deniyor. Ne var ki Nâzım’ınki kadar radikal olamıyor. Nâzım, aristokrat bir aileden gelir. Dedeleri paşa, annesi Fransızca bilir bir ressamdır. Hocası Yahya Kemal Beyatlı’dır. Hem kişisel tarihi hem de sosyal ilişkileri bakımından dünya edebiyatı birikimini deneyimine katmıştır.
Cegerxwîn’e gelince yoksul bir köylü çocuğudur, medrese eğitiminden geçip gelmiştir olduğu yere. Deneylerine, deneyimlerine ve komünist olmasına dışında Mehmet Akif Ersoy poetikasında kalmıştır.